Evlad-ı Fatihân, Muhacir, Göçmen, Soydaş, Mülteci… Balkan Türkleri veya göçmenleri denince XX. yüzyılda akla gelen temel kavramlar bunlardır. Literatürde oluşan kavram kargaşasını somutlaştırma zarureti yazımızın temel fikir kaynağı oldu.
Türkiye’de Balkan Türkleri ve özellikle Bulgaristan Türkleri denince, eğitim hayatındaki tarih derslerinden az buçuk nasibini almış olan sıradan vatandaşın aklında oluşan bir dizi sıfat bulunmaktadır.
Evlad-ı Fatihân kavramının içerdiği tarihsel derinlik, XIV. - XV. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Kavram genel olarak, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’a doğru genişlemesiyle birlikte Anadolu’dan bölgeye Devletin İskân Siyaseti kapsamında yerleştirilen Oğuz Türklerini, kaybedilmiş, unutulmuş ve unutturulmuş vatanda geride kalanları ifade etmek için kullanılmıştır. Osmanlı Devleti döneminde bölgedeki Türklerin devlet sahibi grup olmalarından dolayı, bu ifadenin çok fazla kullanılmadığı görülürken; XX. yüzyılda ise kavrama, bölgede Osmanlı-Türk bakiyesinin tümünü ifade eden (hatta bazen Türk olmayan akraba toplulukları bile kapsayacak şekilde) bir anlam yüklenmiştir. Günümüzde popülerliğini yitirse de daha çok milliyetçi-muhafazakâr entelektüellerin atıfta bulunduğu görülmektedir.
Arapça kökenli olan Muhacir kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “göçmen” demektir. Hicret’ten (göç etmek) türetilen sözcük beyan edildiğinde, her Müslümanın aklına ilk gelen Peygamber Efendimizin (s.a.v) 622 yılında Mekke’den Medine’ye göçü olmaktadır. İslam tarihindeki Hicret’e yapılan vurguda, herhangi bir Müslüman birey veya topluluğun inançları yüzünden baskı ve zulme maruz kalarak bir yerden başka bir yere göç etmesi ön plana çıkmaktadır. Burada esas olan, göçün baskı ve zulmün sonucu olarak vuku bulmasıdır. Bunun dışında, söz konusu kavramın Türkçemizde yer alışına bakıldığında, 93 Harbi’nin dönüm noktası olduğu görülür. 93 Harbi’nden günümüze kadar Balkanlar’dan Anadolu’ya baskı ve zulme maruz kalarak gelen Türk ve/veya Müslümanların genel adı olarak literatüre geçmiştir. Diğer bir deyişle, anlam açısından özellikle Balkanlar’a gönderme yapmaktadır. Dolayısıyla, Balkanlar’dan Türkiye’ye yaşanan göçlerle gelenler “Muhacir” kelimesini özellikle severler ve kendi aralarında daha çok “macır” kelimesini kullanırlar. Zaman zaman söz konusu nüfus grubunun dernek başkanlarının, Hz. Muhammed’in de “muhacir” olduğunu vurgulamaları önemli bir referans kaynağı olmaktadır. Bununla birlikte, en çok atıf yaptıkları husus, hemşerileri Atatürk’ün “Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır” sözü olmaktadır.
Göçmen kavramı, sözlük anlamı bakımından Muhacir’in Türkçe’deki karşılığı olsa da; Muhacir ifadesinde var olan Balkanlar’ı çağrıştıran anlam, burada belli bir bölgeyi ifade etmekten uzaklaşmakta, etnik açıdan bir sınırlandırma getirmemektedir. Ne var ki, yine de Türkiye’deki Balkanlıları tanımlamak için göçmen teriminin de kullanımı oldukça yaygındır: 1989’da Bulgaristan’dan gelenlere yapılan konutlara “göçmen” ifadesinin kullanılması veya Türkiye’deki Balkan kökenlilerin sivil toplum örgütlerinin isimlerinde “göçmen” ifadesinin sıkça geçmesi gibi…
Balkanlar’daki Türkleri tanımlamaya yönelik kullanılan soydaş kavramında ise, kayıp vatanda kalmış Müslümanlar değil; Misak-ı Milli sınırları dışında kalan, aynı soydan gelen Türkler kastedilmektedir. Dolayısıyla hem Balkanlar’dan Türkiye’ye kalıcı olarak göç eylemine karışmama hem de etnik kimlik açısından bir sınırlandırma vardır. Anadolu’dan gönderilen Türkler doğrudan soydaş durumunda bulunurken; Oğuz Türklerinden önce bölgede bulunan Gagavuzlar ile Kumanların torunları olan Pomaklar da bu kapsamda düşünülebilir. Farklı bir ifadeyle, soydaş kavramından anlaşılması gereken gruplar Evlad-ı Fatihânlar ile bölgede hâlihazırda bulunan Pomaklar, Tatarlar ve Gagavuzlardır. Tarih kitaplarında Bulgarların da köken itibariyle Türk olduğu bilinse de; farklı gerekçelerle bu kapsamda kendilerine pek fazla yer bulamamaktadırlar. Ancak, Türklüğün biyolojik bir birliktelikten ziyade, kültürel bir kimlik olmasından hareketle Türkiye’yi anavatan olarak gören ve kendilerini Türkiye’ye göç esnasında Türk olarak kayıt ettiren Arnavutlar da Türk olarak kabul edilme eğiliminde olmuştur.
Mülteci ifadesi ise Balkanlar’dan Türkiye’ye gelenler için pek fazla kullanılmamış olan bir kavramdır. Mülteci tanımı BM kayıtlarında şu şekilde yapılmaktadır: “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi.” Mültecilik hukuki bir statünün adıdır. Mültecilikte himaye talep edilirken; muhacirlik/göçmenlikte böyle bir durum yoktur. Mültecilikte süre sınırlıdır ve sosyal yardım hususu çok ön plana çıkmamaktadır. Aslında teknik olarak BM’nin tanımından hareketle, Balkanlar’dan Türkiye’ye gerçekleşen kitlesel göçlerle gelenler mülteci ifadesine uymaktadır. Ne var ki, Türkiye’ye gelen Balkanlılar ve Türk devleti bu durumu kabul etmemektedir. Muhacirlere göre, hemşerileri Atatürk’ün kurduğu anavatan, yabancı bir el değil; yuvanın kendisidir. Bu bağlamda, mülteciliğe soğuk bir olgu olarak bakılmaktadır. 1989 Bulgaristan göçüyle İsveç, Avusturya gibi ülkelere giden Türkler mülteci kapsamında yer alabilir ama Türkiye’ye yönelik yaşanan aynı zorunlu göç, teknik olarak mültecilik ise de; kavramsal açıdan ve etik kaygılarla kendisine literatürde pek yer bulamamıştır.
Türkiye’de Balkan kökenli STK’larda da benzer bir durum vardır. Balkanlar’dan gelen muhacirler için, daha çok “göçmen derneği” ifadesi kullanılırken; nadir olarak dernek isimlerinde mülteci ifadesine rastlanmıştır. Örneğin 1987’de Bursa’da kurulan ve BM’de özel danışman üyeliğe sahip olan Balkan Türkleri Göçmen ve Mülteci Dernekleri Federasyonu’nun (BGF) adında mülteci kelimesi geçmektedir. Federasyonun kurucu yöneticileriyle yaptığımız sohbetlerde, bu ifadenin özellikle konulduğu, sadece Balkanlar’dan Türkiye’ye gelenleri değil; dünyanın değişik yerlerine göç eden diğer soydaşları da kapsama amacı taşındığı belirtilmiştir.
Öte yandan, Türk medyasında Balkan Türk ve göçmenlerini tanımlamaya yönelik sıklıkla belli hatalar yapılmaktadır. Belli bir noktadan sonra iyi niyet sınırlarını zorlayan bu yaklaşım, başlangıçta masumane bir hata gibi görünse de; aslında konuyla ilgili cehaletin yansımasından başka bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Medyada yer bulan “Bulgar göçmeni”, “Bulgar Türk’ü”, “Yunan Türk’ü” ve hatta bazen doğrudan “Bulgar”, “Yunan” gibi ifadeler bu bağlamda düşünebilir. Bu durum, bireysel ve kitlesel anlamda tepkilere neden olmakta ve ilgili kuruluşlar geri adım attırılmaktadır. Ancak yine de konuyla ilgili gerekli hassasiyetin oluşmadığı aşikârdır. Türkiye’deki milliyetçi kesim bu anlamda duyarlı bir görüntü çizse de; geri kalanlarda genel olarak vurdumduymazlık hâkimdir. İşte, vatan kaybedenlerle kaybetmemiş olanların arasındaki kimlik tartışması işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Vatan kaybedenler “kim” olduklarını iyi bilirler; ama mevcut kimlikleriyle sorun yaşayanları hangi kefeye koymak lazımdır? Onu da okura bırakalım.